Yirmi Etekli Prenses masalı, bir krallıkta geçen büyülü ve unutulmaz bir peri masalını anlatır.
Bir varmış, bir yokmuş.
Anadolu’nun daha mavi keten çiçeği hiç açmadığı, annelerin kurt postundan, keçi kılından giysiler yaptığı çok eski zamanlarda güçlü bir bey yaşarmış. Bu beyin bir tanecik kızı varmış; dünyalar güzeli bir prenses.
Prensesin saçları altın gibi kıvırcık, yanakları elma gibi al al, gözleri yıldızlar kadar parlakmış. O zamanlar aynalar olmadığı için kendine bakmak istediğinde derenin kenarına koşar, suya yansıyan görüntüsünü seyreder, “Ah, ne kadar güzelim!” diye fısıldarmış.
Ama bir küçük sıkıntı varmış:
Prenses bazen öyle yaramaz olurmuş ki, bütün saray birbirine girermiş! Çamurda yuvarlanır, yaprakların arasında koşar, saçlarını karmakarışık bir yumak hâline getirirmiş. Dadısı taş tarakla saçlarını açmaya çalıştığında hemen bağırırmış:
“Bırak beni! Canım yanıyor! Sen koca yaban öküzü gibisin!”
Dadı şaşkınlıkla ellerini başına koyar,
“Yaban öküzü mü oldum ben şimdi? Boynuzlarım nerede?” diye söylenirmiş.
Ne yapsalar prenses uslanmazmış. Kulağını çekmişler, şekerini kesmişler… hiçbiri işe yaramamış. Hatta prenses inadını artırır, daha çok çamura dalarmış.
Bir gün dadı ile anne, üzülerek bey babanın yanına varmış.
“Beyim, ne yapacağız bu çocukla?” demiş annesi.
“Bizi bile yaban öküzü diye çağırıyor!”
Bey baba çok üzülmüş. Devleri, ayı kralını bile yenermiş ama kendi kızına söz geçiremiyormuş. Onu gözünden sakınır, incitmeye kıyamazmış.
Ama prensesin çok güzel bir yanı varmış: Hayvanları çok severmiş. Bir kış günü avcılar bir yaban öküzünün annesini vurmuş. Minicik yavru soğuktan titrerken prenses onu bulmuş, kucağına almış, saraya götürmüş. Günlerce beslemiş, ısıtmış; yavru da onun en yakın arkadaşı olmuş.
Aradan zaman geçmiş. Bir gün bey baba yine üzgün üzgün ormanda dolaşırken kocaman, bin yıllık bir çınar ağacı birden yapraklarını sallamış. İnce bir sesle konuşmuş:
“Ben burada bin yıldır duruyorum. Artık devrilme vaktim yaklaştı. Ama önce sana bir armağanım var.”
Bey baba şaşırmış. “Armağan mı?” diye fısıldamış.
Çınar devam etmiş:
“Gövdemden tahta bir etek yapın. Prenses kızdığı zaman o eteği giysin. Çocuklar onu görünce güler. Biraz utanır, biraz düşünür; belki böylece uslanır.”
Bey tam karşı çıkacakken çınar bir kez daha konuşmuş:
“Üzülme. Ben gidince burada mavi bir çiçek açacak. Orman zamanla yok olacak, yerini güneşli tarlalara bırakacak. O çiçekten öyle güzel şeyler yapılacak ki, kadınlar çok sevecek. Adını da ‘Çınarlı’ koy, beni unutma.”
Tam o anda ormanın içinden çok yaşlı, çok büyük bir yaban öküzü çıkmış. Ağır adımlarla yaklaşmış, sesi yumuşacık ama çok derinmiş:
“Ben de bu çınarla aynı büyüye bağlıydım,” demiş.
“İkimiz kardeş gibiyiz. Sen genç bir prensken bize yaptığın iyiliği hiç unutmadık. Şimdi büyü sona eriyor. Birazdan ruhlarımız göğe dönecek. Ben gidince sağ boynuzumu alın, kızınız için bir tarak yapın. Saçları onunla tarandıkça kalbi yumuşacık olur.”
Sözlerini bitirir bitirmez gök gürlemiş, şimşek çakmış, fırtına kopmuş. Çınar devrilmiş, yaşlı yaban öküzü yere düşmüş.
Bey baba çok üzülmüş ama çınarın ve öküzün son isteğini yerine getirmiş. Çınardan tahta bir etek, öküzün boynuzundan da parlak bir tarak yaptırmış. Bu tuhaf eşyaları herkes merakla gelip görmüş.
Günlerden bir gün prenses yine bağırıp çağırmaya başlayınca tahta eteği ona giydirmişler. Prenses kapıdan çıkar çıkmaz çocuklar etrafında toplanıp gülmeye başlamış:
“Hihihi! Tahta fıçı prenses! Fıçı prenses yürüyor!”
Prenses utanmış, yanakları kıpkırmızı olmuş.
“Tamam, bir daha yapmayacağım,” demiş yumuşak bir sesle.
Ama asıl sihir tarağın içindeymiş. Dadı, boynuz tarağı alıp prensesin saçlarını taramaya başlayınca prensesin kalbi eriyivermiş.
“Bu ne kadar güzel tarıyor!” diye şaşırmış.
O günden sonra her sabah kendi saçlarını taramış, kurdelelerini takmış, kimseye kızmamış. Aylar geçtikçe tahta eteğe hiç ihtiyaç kalmamış. Prenses hem utançla, hem sihrin yardımıyla dünyanın en tatlı, en hanımefendi kızı olmuş.
Bir yaz günü prenses eski çınarın olduğu yere gitmiş. Bir bakmış ki orada mis gibi kokan masmavi bir çiçek açmış. Saçına iliştirmiş. Eve gelince teyzesi şaşkınlıkla:
“Bu keten çiçeği!” demiş.
Ertesi yıl o yerde binlerce, sonra milyonlarca keten çiçeği açmış. Orman tamamen yok olmuş, yerine yemyeşil tarlalar gelmiş. Kadınlar bu çiçekleri toplayıp özel bir işlemden geçirince içlerinden ipek gibi incecik iplik çıkarmış. O iplikle yumuşacık kumaşlar, zarif elbiseler dokunmuş.
Prenses bu kumaşlara bayılmış.
“Artık tahta etek değil, keten etek giyeceğim!” demiş.
Bir tane giymiş yetmemiş… İki, üç, beş… derken tam yirmi kat keten etek giymiş! Biraz tombul görünmüş ama çok mutluymuş. Annesi, dadısı, saraydaki bütün kızlar onu taklit etmiş.
Böylece düğün olacak genç kıza damat tarafı mutlaka birkaç keten etek hediye eder olmuş. Hâlâ bazı köylerde gelinlerin yirmi kat etek giymesinin sebebi işte buymuş.
O güzel tarlalara “Yeşilova” adını vermişler. Ketenleri kışın da dokuyabilmek için bir baraj yapmışlar, sonra bir şehir kurulmuş. Herkes zengin olmuş, herkes mutlu olmuş.
Prenses büyümüş, sevilen, akıllı, hanımefendi bir kraliçe olmuş.
Adı da sonsuza kadar Yirmi Etekli Prenses olarak kalmış.
Ve onlar ermiş muradına…
Biz de çıkalım kerevetine.
Masal burada bitmiş, en tatlı, en uslu çocuklara gitmiş. 💙
Bu Peri Masalımızı Beğendiyseniz…
Küçük Prens ve Peri Kızı ve Karlar Kraliçesi masalını okumak ister misiniz?
Daha fazlası için Peri Masalları sayfamızı ziyaret edin!



